Bir nergis kokusu çekip içime feri sönmeden dillenecek bu hikâye. Ebem dedem anlatısıyla şöyle bir bakıyorum penceremden, pencerem mi kirli şehir mi bilemedim.
Mersin'i yaşarken hikayeler biriktiriyorum heybemde. Elin içi gibi İçel (el ayası derler buralarda) kat kat çizgili. Dikenlerin battığı, yaraların açılıp sarıldığı ama dıştan bakınca herkese saklı. Çevirip bakmak gerek o elin içini görmek için. Öyle hüzünlü görünmez gökyüzümüz günlük güneşliktir kendinden muttasıl.
Tabii kendi yüzümüz de öyledir ongundur. Asudedir bu kentin yüzleri. Bir de karlı kışlı Torosları vardır. Gönül dağımız gibi. Bir olur mu hiç gönül dağının kışıyla Torosların kışı.
Dalgalarda vurur bu şehrin gönlüne, dağları da kışlanır, gözü de yaşlanır, göğnü de paslanır. Basmadan dikilmiş göyneğiyle sırtını göynütürken dedem; çeşitli matematik hesaplamaları öğretildi kağıtsız kalemsiz sadece parmaklarıyla yaptığı. Eminim ki hiçbir profesörün bile bilmediği...
Patatesler gibi küle gömsek şiirleri, tesirli olmak için yeterince pişer mi? Zemheri kışlarında buz kesti şimdi düşlerim. Kurbanıyım ben de bu düzenin. Onu konu alan hikayelerden, şiirlerden değil bizzat dedemin dilinden dinlerdim ben Atatürk'ü. Annesi Zübeyde Hanım aslen Karaman'lıdır sonradan Selanik göçleri çıkar ortaya. Çok az kaynakta yazar bu ama tutup sorarsan bir asırlık insana edebi, adabıyla, şiiriyle beyti ile anlatır sana. Üstelik öyle kitaplardan çalışmayla da elde etmemiştir bunu. Çünkü tarih ve hayat dersi kitaplardan, ansiklopedilerden öğrenilecek bir şey değil. Eğer, nasıl biliyorsun bunca şeyi diye sorarsanız büyüklere; oğul veya kızı der o zamanlar o yörenin insanı yöresini biliyordu, şimdinin insanı daha kendisini bile bilmiyor.
Dedemden aldığım en nadide cevaptı bu benim için. Bu yörede yiğit muhtaç olunca kuru soğana vurur yumruğu kırar kuru soğanı. Gergefinde lale işler gibi ince dillidir şan şöhret insanı. Erenlerin yoludur Mersin, Kerbela'nın solu, peygamber şehridir. Bozkırın bağrıdır bir yanı tezenenin dillendiği, Musa Eroğlu'nun kahrıbaharıdır bu diyar. Şairin dizeleridir, ozanın güfteleri. Sarı Yayla'dır bu gülistan memleket. Silifke'nin yoğurdudur kaskatı kesilen. Bir yakamoz denizde... Hem ne diyor şair; Akdeniz sahillerinde seyrettim ben hayatı. Undan ağarır yörüklerin saçları, doğallığın deminin aldığı bu yürekte dertten kederden değil. Yayla rüzgârı öper kirpiğin ucundan, deniz meltemi okşar saçlarını. Kâvlu belâdan beri Müslüman ninelerimiz dedelerimiz kaçırmazlar hiçbir vakti. Bir sevda yelidir akşam namazı, bir şeyda dilidir seher kuşları. Kuşluk vaktinde şiirler okurmuş ninelerimiz o portakal çiçeklerinin altında. Şimdiler de bakıyorum aynı ağacın altında buruşturulmuş bir kâğıt içinde şiiri olmayan ve yanında birkaç kalabalık daha. Dedelerimizin dilinde duran türküsü ah şimdi nerede.
Taşrada kıldan çul çadırların kurulduğu gevher'in tambura dönüştü noktadır. İnsan gibidir Mersin hem baharı hem kışı aynı anda yaşar. Ay gibi yarımlanır bütünlenir. Devri zamanda seher bülbülleri mi kaldı şimdi güle yanan. Mersin'liler nasıl diye sorarsanız eğer; tabii taşsız pirinç olmaz fakat özünden göze bakan güzeldir. Yedi tepenin üzümü bitmez belki Gülnar'da ama kasım gülleri açar. O yüzden yüze düşmüş kırışıklıklara dildadeyim. Uzanmışız Ulu Çınar'ın altına ne yer köprü ne gök köprü, anlattıkça anlatır eskiler eskileri...