Değerli Dostlar; sizlerle “sır” konusunu paylaşalım istedim.
Sır, insan için çok önemlidir. Sır saklamak ya da saklayabilmek daha da önemlidir.
Sözlükte “saklamak, gizlemek” anlamında mastar ve “saklanan, gizli tutulan, bir şeyin iç yüzü, bir nesnenin özü, her şeyin en iyisi” gibi anlamlarda isim olan sır kelimesi (çoğulu esrâr, serâir) ahlâk terimi olarak genellikle bir kimsenin saklı tuttuğu, başkalarınca öğrenilmesini istemediği, kendisine veya başkasına ait bilgiler için kullanılır.
Sırrı saklamaya “kitmân”,” vefâ”, sırrı etrafa yaymaya “ifşâ”, yaptığı şeyleri gizleyen kimseye “sırrî” denir.
Râgıb el-İsfahânî’ye göre sırrın iki şekli vardır. İlki bir kimsenin başka birine saklaması talebiyle söylediği sözdür. Bu talep ya sözle veya sır verenin bunu kimsenin duymayacağı bir yerde vermesi, bir arada bulunduğu başka insanlardan gizleyerek söylemesi gibi davranışlarla olur. İkincisi bir kimsenin sadece kendisinin bildiği, başka hiçbir kimseyle paylaşmadığı söz veya yapmak istediği iştir. Sır verme ve verilen sırrı saklama genel olarak toplumda görülen bir durumdur. Bir kimsenin kendi sırlarını başka hiçbir kimseyle paylaşmaması ise bilhassa yöneticiler ve siyaset adamları için gerekli olup bu sırları ancak iradeleri çok sağlam, yürekleri çok geniş olanlar saklayabilir.
NEY’İN SIR HİKAYESİ
Mevleviler ney’e sır taşıyıcısı derler. Bu sır taşıyıcılığı metaforu yüzyıllardan beri bir hikâyeyle dilden dile dolaşmaktadır. İlk olarak 1200’li yıllarda yaşamış Sufi Ferîdüddin Attâr’ın kitabında bu hikâyeye rastlanır, hikâye genel olarak şöyledir:
“Hazreti Muhammed, kendi tekâmülünün üst noktası olan miraç hadisesinden sonra birçok sırra nail olur. Bir gün bu sırlar üzerine tefekkür ederken, Hazreti Ali girer içeriye. ‘Efendim sizi çok düşünceli görüyorum, acaba bir sorununuz mu var?’ diye sorar. Hazreti Muhammed ‘Yoktur ya Ali. Bana verilen sırları düşünüyorum.’ der. Hazreti Ali bu açıklamadan çok etkilenmiştir.
Küçücük bir kısmına bile olsa bu sırlara benim de vâkıf olmam mümkün müdür?’ diye sorar Hazreti Ali.
“Kaldıramazsın ya Ali” der Hazreti Peygamber. Fakat Hazreti Ali’nin gözlerindeki isteği görünce, yanına oturmasını işaret eder ve başlar anlatmaya.
Hazreti Ali, işittiği şeylerden sonra içinde yoğun bir aşkınlık dalgalanır. Yerinde duramaz gibi olur. Dışarı çıkmak için Hazreti Peygamber’den müsaade ister. Öylesine yüklenmiştir ki yüreği, haykırmak gelir içinden. Mekke sokaklarında dolaşıp herkese duyurmak ister bu sırları. Ancak o zaman rahatlayabilecektir içi. Lâkin bunu yapamaz. Adı üzerinde, yüküne talip olduğu şey sırdır. Herkese açık değildir. Sorumlulukları vardır.
Peki içindeki bu taşkın seli ne yapacaktır şimdi? Nereye akıtabilecektir yükünü? Derken aklına bir fikir gelir, Mekke’nin dışına çıkar ve kör bir kuyu bulur. Kuyuya bağıra bağıra anlatır içindekileri. Sonunda sakinleşip rahatlar.
Hazreti Ali içindekileri olduğu gibi dökmüştür kör kuyuya. Ne var ki yük bu kez kör kuyuya da tesir etmiştir. Kör kuyu, aldığı sırlarla gürüldemeye başlar. İçi kaynıyor gibidir. Sonra aşka gelerek suyla dolmaya başlar. Sular yükselir, yükselir ve taşar. Öyle bir taşar ki etraftaki kamışlıklar bile bolca beslenir.
Böylece kuyunun taşıdığı sırlar, kamışlığa sirayet eder. Kuyu rahatlamıştır ama sırların yükü artık kamışların içindedir.
Bir bahar günü koyunlarıyla kuyunun yanından geçen bir çoban, kamışların gövdesine rüzgâr değdikçe ne kadar içli ve hoş nağmeler çıkardığını fark eder. Hemen bir kamış alır eline. Onu kurutup bekletir. Gövdesinde delikler açar ve üflemeye başlar.
Bir gün Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’yle kırlarda gezerken çobanın üflediği kamışın sesini işitir. Hazreti Muhammed bir an durup Hazreti Ali’ye bakar ve ‘Sen benim sırlarımı başkasına mı anlattın Ali?’ der. Hazreti Ali durumu anlatır. Kör bir kuyuya gidip içini boşalttığını söyler. Sonrasında neler olduğunu anlayan Hazreti Muhammed, çobanın neye üflediği yöne doğru bakar ve “Bu kamış parçası kıyamete kadar benim sırlarımı anlatacak ama yalnız kalbi açık olanlar bu sırları anlayabilecek” der. “İşte bu yüzden sufiler ney'e, sır taşıyıcısı derler.”