Değerli Dostlar; çevremizdeki insanlara düşündüklerimizi anlatabilmenin en kısa yolu, onların anladığı dilden anlatmakla olur.

“Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin, karşındakinin anladığı kadardır.”
(Mevlânâ)

“Kör tarifle görmez, sağır feryatla duymaz. Herkese anladığı dilden konuşmak gerekir!”

 

İnsanlığın düşünce ve eylem dünyasında çığır açan kitapların gücü, herkesin bildiği dillere, kimsenin bilmediği kelimeleri kazandırmalarından kaynaklanır. Tarihin her döneminde, yeni düşünceler, yeni yaklaşımlar ve yeni yorumlar, yeni kelimelerle anlatılmıştır. Her yeni düşüncenin, her yeni yaklaşımın, her yeni yorumun kendine has yeni kavramları vardır.

“Bir dili ölümsüzleştirenler, o dilin düşünür ve sanatçılardır.”

Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak İlâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde, değişik bir tecelli buuduyla ortaya koymuştur. 

Hz. Mevlânâ 'Lisan-ı hal, lisan-ı kal’den müesserdir.' der.' Yine Mevlânâ’ya göre sükût, ruhlar arasında bir konuşma ve anlaşma ifadesidir. Susmakla sözümüz daha tesirli olur. Dilsiz dudaksız konuşmalarla duygularımızı daha açık anlatabiliriz.

Eşrefoğlu da şöyle der: ‘Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin.”

Uzmanlarca muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak İlâhî bir ahlâk olarak görülmektedir.

Mevlâna Celaleddin Rumi’de Hâl dili; beden dilinden daha geniş bir anlama sahiptir. Hâl dili, kişinin, aşkını, vecdini, çilesini, derûnunda hissettiklerini, diliyle ifade edemediklerini görünüşüyle, tavır ve davranışlarıyla dışa vurmasıdır. Bir mantıkçı kali yani sözü esas alır. Sözün olmadığı yerde mantık güçlü bir şekilde devreye giremez. Hâl dilini okumada ise mantık ancak emarelerden, bir takım ip-uçlarından yola çıkarak kesin olmayan bazı çıkarımlarda bulunabilir. Mistik alan, bilindiği gibi, mantık denetimini taşmaktadır. Hâl dilinde mantıktan ziyade görüş, seziş ve duyuşlar rol oynar.  Sûfî, dile ya da herhangi bir geleneksel sanata ihtiyaç duymaz. Çünkü o ve hayatı, Nasr’ın belirttiği gibi, bizzat (hâl) dildir, bizzat sanat eseridir. O, sürekli olarak mânevî müziği, mânevî hâli ve dili dinleme makamındadır. Yine o, varlığı sürekli olarak uyum ve güzellikle konuşur, uyuşur ve birleşir görür. Tüm bir dünya onun için hârici bir söylem alanıdır.

Bir kimse, çok sevdiği devesini kaybeder, çok arar, ama bulamaz. Bir delikanlı, bunun kulağına bir şeyler söyleyince çok şaşırır. O kişi heyecanla hemen ayrılır. Orada bulunan mübarek bir zata gider:
- Hocam, ben devemi kaybettim, yerini de siz biliyormuşsunuz.
- Allah Allah ben ne bileyim, nereden çıkardın bunu?
- Bir talebeniz söyledi. (Bizim hocamıza git, o yerini bilir) dedi.

O talebeyi çağırırlar. Gelince hocası ona sorar:
- Sen buna ne dedin?
- Buna çok acıdım, devesini çok sevdiği için de söylemek zorunda kaldım.
- Ne söyledin?
- (Bizim hocamız bir gün buyurdu ki, evliya zatlar bütün dünyayı bir tabağın içinde görürler, deve de onun içinde. Git devenin yerini ondan öğren!) dedim.
- Öyle mi, sen şöyle dur bakalım.

Devesini kaybeden kişiye de der ki:
- Zannedersem deve falan evin yanındaki ağaca iple bağlı, git oradan al!

Adam sevinçle gidince, o zat talebeye der ki:
- Bak evladım, üç kişinin arasında konuşulanlar farklı olur, on kişinin arasında konuşulanlar daha farklı olur, kalabalıkta konuşulanlar daha da farklı olur. Sen eğer üç kişinin arasında konuşulanı böyle söylersen, her duyduğunu her yerde anlatırsan, fitneye sebep olursun. Peygamber efendimiz, üç kişiye ayrı söylemiş, beş kişi olunca daha başka türlü konuşmuş, bin kişi olduğu zaman daha farklı anlatmış. Mesela, bir gün Hazret-i Ebu Bekir’e ince marifetleri, onun seviyesine göre anlatıyordu. Yanlarına Hazret-i Ömer gelince, konuşma üslubunu onun da anlayacağı şekilde değiştirdi. Hazret-i Osman gelince, yine konuşma tarzını değiştirdi. Hazret-i Ali de gelince konuşmasını, hepsinin anlayacağı şekilde değiştirdi. Resulullah efendimizin her defasında konuşma üslubunu değiştirmesi, oradaki zatların istidatlarının farklı oluşlarındandı. Dolayısıyla her söz, her doğru, her yerde söylenmez, herkese de aynı şekilde anlatılmaz. Bu bir ilimdir. Çok yanlış yapmışsın, bir daha da böyle şey yapma!