Değerli Dostlar; Sevgi, insan fıtratında var olan bir duygudur. Bundan dolayı insan hayatta pek çok şeyi sevgi objesi yapabilir.

 Mesela kendini, çevresini, ailesini, para, makam, şöhret, itibar v.s. gibi pek çok şeyi sevebilir. Hatta madde ötesi varlıkları bile sevebilir. Nitekim İlahî aşk veya Allah sevgisi tabir edilen sevgiler bu gruptandır. İnsan her ne kadar pek çok şeyi sevse de sevginin kendisi tektir, ancak objeleri farklıdır.

Sevgi, insanı olumlu yönde motive eden bir güçtür ve sevgi ruhun kudretine teslim olmak demektir.

Sevgisiz insanların katı ve iki yüzlü olduklarını görürüz. Sadece insanlar değil, sevgisiz adalet bile katıdır. İçinde sevgi olmayan kural ve gelenekler insanları dar görüşlü yapar. Hatta sevgisiz inanç bile insanı fanatik yapar.

Sevgi konusunda Mevlâna’nın pek çok sözü vardır. Onlardan en çarpıcı olanlardan biri şudur:

“Sevgiden acılıklar tatlılaşır,

Sevgiden bakırlar altın kesilir.” (Mesnevî, II, 1529)

 

Sevginin şiddetli haline aşk denir. Bu da Arapça’dan dilimize geçmiş olup bir sarmaşık türünün adıdır. “Aşaka” adı verilen bu sarmaşık, ağaca dolanır ve onu baştan aşağı sarar. Yapraklarının altından ağacın gövdesine kökler salar ve ağacın öz suyuyla beslenir. Böylece sarmaşık geliştikçe ağaç solmaya kurumaya başlar. Tıpkı bunun gibi aşk da âşığın benliğini öyle bir kaplar ki, aşk kendisinde geliştikçe âşık solmaya, kurumaya ve bedeni varlığını yokluğa vermeye, ruhu da maddî irtibatlardan soyutlanmaya başlar. İşte âşıkların literatüründe önemli bir yer işgal eden aşkın etimolojik ve semantik anlamı budur. Mevlâna’da sevgi ve aşk kavramları, biri diğerinin devamı olmak üzere iç içe kullanılmış kavramlardır.

 

Konunun ilham kaynağı aşağıdaki harika hikayedir.

Bir gün ermişin birine sormuşlar: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" diye.

 "Bakın göstereyim" demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da "derviş kaşıkları" denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

 

"İşte" demiş ermiş. "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz.

Şunu da unutmayın: Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman...”